Bazen bir sonbahar akşamında, rüzgâr yaprakları savururken, içimde bir sızı beliriyor. Sanki bir yerlerde, hiç görmediğim bir köyde, tahta bir evin verandasında oturmuşum; sobada odun çıtırtıları, komşuların kahkahaları, bir ninenin anlattığı masallar yankılanıyor. Ama bu sahneyi hiç yaşamadım. O köyü, o evi, o insanları hiç tanımadım. Peki, nasıl oluyor da bilmediğim bir dünyaya, eski bir zamana bu kadar derin bir özlem duyuyorum? Sanki ruhum, benden önce bir yerlerde dolaşmış, bir şeyleri geride bırakmış gibi. Bu, sadece benim hikâyem mi, yoksa insanlığın ortak bir fısıltısı mı?
Nostalji, tuhaf bir duygu. Kelime, Yunanca “nostos” (eve dönüş) ve “algia” (acı) kelimelerinden doğuyor; eve dönmenin acısı. Ama ya ev, hiç gitmediğimiz bir yerse? Modern dünyada, gökdelenlerin gölgesinde, ekranların mavi ışığında, trafik gürültüsünün ortasında, hepimiz bir şeylere özlem duyuyoruz. Belki bir sokak lambasının loş ışığında komşuların toplandığı akşamlara, belki bir pazar yerinde satıcıların samimi bağrışlarına, belki de bir dedenin torununa anlattığı eski bir türkünün naifliğine. Ama çoğumuz o dünyayı yaşamadık. Peki, bu özlem nereden geliyor? Sanki kolektif bir hafıza, dedelerimizin, ninelerimizin hikâyelerini ruhumuza fısıldıyor.
Bir metro istasyonunda, kulaklıklarında müzikle yürüyen bir genç düşünün. Kalabalığın arasında, bir an duruyor ve içinden bir his geçiyor: “Keşke her şey daha basit olsaydı.” Ama ne o basitliği tattı, ne de o dünyayı gördü. Belki büyükannesinin anlattığı bir hikâye, bir filmdeki siyah-beyaz bir sahne, bir şarkının buruk melodisi bu hissi uyandırdı. Modern dünya, bize hız verdi, teknoloji verdi, konfor verdi; ama bir şeyleri de aldı. Samimiyeti mi? Dayanışmayı mı? Yoksa sadece sessizliği mi? Bilmiyoruz, ama eksikliğini hissediyoruz. Bu özlem, belki de insanın köklerine, toprağa, doğaya, birbiriyle bağ kurmaya duyduğu içgüdüsel bir ihtiyaç.
Düşünsel bir gezintiye çıkalım. Bir köy yolunda yürüyoruz; yol kenarında yabani otlar, uzakta bir keçi sürüsü. Bir nine, kapısının önünde oturmuş, yün eğiriyor. Bize bakıyor, gülümsüyor, “Gel, bir çay iç,” diyor. Bu sahne, sanki bir rüya; ama o kadar tanıdık ki. Belki bu, dedelerimizin köylerinden, annelerimizin çocukluk anılarından sızan bir parça. Kolektif bilinç, Jung’un dediği gibi, bizi birbirimize bağlayan görünmez bir ağ. O ağda, ninelerimizin masalları, dedelerimizin türküleri, eski zamanların sadeliği var. Hiç tanımadığımız bir dünyaya özlem duymamız, belki de bu ağın fısıltıları. Sanki ruhumuz, o eski dünyayı hatırlıyor; çünkü o dünya, insanlığımızın bir parçası.
Ama bu özlem, sadece romantik bir kaçış mı? Modern dünyanın kaosu, bizi geçmişin idealize edilmiş bir resmine mi sürüklüyor? Belki. Eski dünya, her zaman göründüğü kadar masum değildi. O köylerde de kavgalar vardı, adaletsizlikler vardı, yokluk vardı. Ama yine de, o dünyanın ritmi daha yavaştı. İnsanlar, birbiriyle göz göze bakardı. Bir komşu, diğerine kapısını açar, bir tabak yemek uzatırdı. Zaman, bugünkü gibi bir yarış değildi; bir dostluk, bir muhabbetti. Belki özlediğimiz, bu yavaşlık; insanın insanla, doğayla, kendiyle barışık olduğu bir tempo.
Bir hikâye anlatayım: Bir arkadaşım, büyük şehirde büyümüş, apartmanlarda yaşamış biri, bir gün bir köye taşındı. “Neden?” diye sordum. “Bilmiyorum,” dedi, “sanki hep oraya aittim.” Orada, bir komşunun bahçesinden topladığı domateslerle yemek yaptı, bir akşam çocuklarla sokak lambasının altında oyun oynadı. “Sanki çocukluğum geri geldi,” dedi, ama o çocukluğu hiç yaşamamıştı. Bu, belki de hepimizin içinde taşıdığı bir arayış. Modern dünya, bize her şeyi verdi; ama ruhumuz hâlâ bir şeyleri arıyor. Bir sokak lambasının sıcaklığını, bir masalın büyüsünü, bir komşunun samimi selamını.
Toplumsal bir açıdan bakarsak, bu özlem, yalnızlığın gölgesinden de besleniyor. Şehirler büyüdükçe, insanlar küçülüyor. Sosyal medya, milyonlarca insanı bir araya getiriyor, ama kimse gerçekten birbirini duymuyor. Herkes konuşuyor, ama dinleyen az. O eski dünyada, insanlar bir araya gelirdi; bir düğünde, bir bayramda, bir cenazede. Acılar da, sevinçler de paylaşılırdı. Bugün, bir apartmanda yan komşumuzun adını bile bilmiyoruz. Bu özlem, belki de o kaybolan bağlara; bir topluluğun parçası olma hissine duyulan bir hasret.
Peki, bu özlemi nasıl dindirebiliriz? Belki o eski dünyayı geri getiremeyiz, ama onun ruhunu çağırabiliriz. Bir komşuya selam vererek, bir çocuğun hikâyesini dinleyerek, bir akşam telefonları kapatıp bir dostla sohbet ederek. Belki bir bahçede bir fidan dikerek, bir türküyü mırıldanarak, bir anlığına yavaşlayarak. O eski dünya, belki sadece bir hayal; ama o hayalin içindeki samimiyet, sevgi, dayanışma hâlâ mümkün. İnsan, özlem duyduğu şeyi yaratma gücüne sahip.
Düşünsel gezintimiz burada bitiyor, ama içimdeki o sızı hâlâ canlı. Bir sonbahar akşamında, bir sokak lambasının altında, bir nine bana gülümsüyor gibi. Bilmediğim bir dünyaya özlem duyuyorum, çünkü o dünya, insanlığımın bir parçası. Belki de hepimiz, o eski dünyanın çocuklarıyız; sadece unuttuk. Ama hatırlamak, bir selamla, bir gülüşle, bir anla mümkün. Çünkü özlem, sadece bir acı değil; bir umut, bir başlangıç.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Güzel Sözler - Özlü Sözler - Anlamlı Sözler - Deneme Yazıları Makale